9 Nisan 2011 Cumartesi

Holokost Endüstrisi-Norman G. Finkelstein

Yahudi kökenli bir entelektüel. Naziler ailesinin bütün fertlerini katletmiş, babasını Auschwitz Kampı'na, annesini ise Majdanek Kampı'na göndermiş. Kısacası Finkelstein Yahudi Soykırımı'nın, yani Holokost'un bütün acılarını yaşamış. Ama bir itirazı var. Ailesinin ve sevdiklerinin çektiği acıların istismarına karşı çıkıyor. Hele hele bu istismarın ABD'nin ve İsrail'in Ortadoğu'da yaptıklarını meşrulaştırmak için kullanılmasına isyan ediyor. 
Finkelstein, elinizdeki kitapta Holokost'un acılarının hangi yollarla paraya çevrildiğini ve bu paranın gerçek Holokost mağdurlarından nasıl esirgendiğini anlatıyor. 

ABD'nin Yahudi lobisini ve İsrail'i nasıl kullandığını gözler önüne seriyor. Okuyucuyu timsah gözyaşlarına inanmaması için uyarıyor. İsrail'in yaptıklarına sessiz kalan birisinin Holokost'a karşı çıkışının samimi olamayacağını söylüyor. Bizlere Holokost'u yapanların ve inkâr ya da istismar edenlerin aynı kumaştan olduğunu hatırlatıyor. Holokost Endüstrisi bu samimi ve derin isyanın kâğıda dökülmüş halidir. 

7 Nisan 2011 Perşembe

Kökünü Arayan Çınar-A. Sırrı Özbek - 
"Bu kitaptaki öyküler, 50 yıllık bir zaman dilimi içinde (1937-1987) acının coğrafyasından sürgüne gönderilerek yok edilmeye çalışılan, hep var oldukları halde, hiç yokmuş gibi gösterilen, onca zulme, haksızlığa ve adaletsizliğe muhatap olan, onca acılar yaşayan, yok sayılan mazlumların, yitik hayatlarından birer kesit sunmakta.
Sözlü tarih temelinde öyküleştirilen bu anlatılar, hiç kapanmamış olan yaraları yeniden kanatmayı ya da unutulmaya yüz tutmuş olan acıları yeniden deşmeyi amaçlamıyor. Sadece ve sadece, hiç olmamış gibi, hiç yaşanmamış gibi gösterilerek, kamuoyundan gizlenmiş olan olaylara tanıklık ediyor. Bir düşünürün dediği gibi, "en iyi tarihçiler çocukluklarını ceplerinde taşıyanlardır". Burada sadece yaşadığımız dönem, onun acılarına, özlemlerine tanıklık ediliyor.
Yazılanlar ne yazık ki gerçek yaşam öyküleridir.
Bazıları olduğu gibi, bazıları kişi ve mekan adları değiştirilerek, bazıları da, birkaç öyküyü birleştirip tekbir hikayeymiş gibi kaleme alınmıştır.
Kürt, Ermeni, Süryani, Ezidi, Alevi...Kaç kez ferman olundu ve kaç kez sürgün yollarına düştüler...
Kim bilir kaç bin yıldır aynı maceradan, aynı yataktan, bazen sakin ve sessiz bazen çoşkuyla gümbür gümbür akarsın. Kaç medeniyet, kaç şehir, kaç kasaba ve köy kurulup yok oldu. Kaç millet, kaç insan gelip geçti vadilerinden hatırlıyor musun EY FIRAT..."

Sırrı Süreyya Önder'in kaleminden:
Bu ülkede Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Aleviler ve cümle ‘ötekiler’ için kullanılan paslı bir cümle vardır.
“Onlar bizim zenginliğimizdir!” diye başlar.
Bir nevi kendilerini anapara, onları da faizi gibi gören, kibirli ve çirkin bir zihnin çıplak yakalanmış halidir.
İşin kötüsü, çoğu bu sevimsizliğin farkında değildir, matah bir şey söylediğini sanır.
Biraz daha gelişmişi, “benim çok ...... arkadaşım var” kalıbındaki boş yerlere sığdırır ötekini.

Hayatın iç acıları

Sırrı Özbek, Kahtalı bir hukukçudur. 27 Mayıs darbesinin tozu hubarı dağıldığında Menderes-Bayar ikilisi üzerine inşa edilmiş olan ‘düşman’ tezi berhava olmuştu. Darbeciler, biraz daha fazla düşmana ihtiyaç duyduğunda, memlekette Ermeni kalmamış olduğundan akla Kürtler geldi. Büyük toprak sahibi ağalar, kanaat önderleri ve aydınların yanında yoksul ama direngen Kürtler de sürgüne gönderildiler. Tarihe ‘Sivas Kampı/sürgünü’ olarak geçtiler. İşte Sırrı Özbek henüz 9 yaşındayken sürgüne gönderilen o yoksul Kürt ailelerinden birinin oğludur. Adıyaman Ortaokulu’nda Fen Bilgisi öğretmenliği yaparken bir yandan da hukuk öğrenimini devam ettiriyordu. Benim önce öğretmenim, 12 Eylül zindanlarında İsmail Sami Çakmak’la beraber avukatım, şimdilerde de onurlandığım dostlarımdandır. Adıyamanlıların “Ev iyisi değil, el iyisi” diye tarif ettiği insanlar vardır. Kendilerinden çok ‘öteki’ni gözetenlere, onlar için dertlenenlere kullanılır. Özbek’in, AK Partili Husrev Kutlu’dan Kürt hareketi temsilcilerinden Sabri Ok’a varan çok sayıda ‘el iyisi’ talebesi olmuştur.

Bize dersten önce, hayata dair ayrıntılardan birini anlatmaya başlardı. Hayatın iç acılarından, üçgenin ters açılarına geçerdi. Hayatı da üçgeni de unutmadıysak, Sırrı Özbek modeli öğretmenlere sahip olmamızdan kaynaklanır biraz da...

Kahtalı Mıçê ve sessiz harf sorunsalı

Siz belki de M. Ali Erbil’in Çarkıfelek programında bir sessiz harf söylemeye çalışırken kıvranmasıyla tanıdınız Kahtalı Mıçê’yi. Allah bilir kötü şakalar da yaptınız onun sesli, sessiz harf ayrımını bilmemesinden dolayı. Oysa o yıllarda bilinmeyen dil, bilinir ve konuşulabilinir olsaydı Mıçê size Kürtçenin bütün sesli ve sessiz harflerini bir solukta sayardı.

Ben hapisten çıktığımda, millet değil iş vermek, selam vermeye bile korkardı. Dostu akrabayı saymazsak, kapımı ilk çalan Kahtalı Mıçê olmuştur. 12 Eylül’den önce kasete okuduğu, bir Kürt ağıdı olan Memê Alan türküsünden dolayı hapislik, sürgünlük, işkence dahil başına getirmedik şey bırakmadılar. İşte o kapımı ilk çalan olmasının hatırına, Mıçê’yi Beynelmilel filminde oynattım. Okuduğu her Âşık Mahzuni türküsü için ayrı ayrı gördüğü eziyete, herkes adına bir özür dilemekti yaptığım...

Hakikat değil, hakikatli bir komisyon

Bu ülkenin cumhuriyet dönemi tarihi, yoksullar ve ezilenler açısından hiç de iyi çağrışımlara sahip değildir.

Dünyada böylesi acılara muhatap olan toplumların rehabilitasyonu için bulunmuş olan ‘Hakikat Komisyonu’ en etkili çözümlerdendir.
Ülkemizde bu işlevi görür mü emin değilim. Son yüzyıl acılarımızın tümünü, sadece satır başlarıyla saymaya kalksak ömür yetmez. Diri zalimlerin yüzüne, ölülerinin mezarına tükürsek, sadece tükürsek, ülkeyi sel alır.
Bu yüzden bize ‘hakikat’ değil, önce hakikatli bir insanlık hali lazım.

Ulus diyerek, devlet diyerek işlenen insanlık suçlarına topluca utanmakla başlayabiliriz mesela...

Kökünü Arayan Çınar

Sırrı Özbek, yarım asra sığan tanıklıklarını, bir hakikatli komisyona anlatır gibi öyküleştirmiş. Ülkemizde tanıklıkları kayıt altına almak için büyük özveri gösteren ve bu uğurda büyük sıkıntılar çeken Belge Yayınlarıda ‘Kökünü Arayan Çınar’ ismiyle yayımlamış. Sürgüne giden dokuz yaşındaki bir çocuğun ‘dokkız’ öyküsünü de bulacaksınız, Kahtalı Mıçê’nin yaşadıklarını da...
Ama yüreğiniz dayanırsa Xaço Dayı’nın öyküsüyle, Aşkabad’da adı Sürgün olan Kürt kızının öyküsünü okuyun.Bize hakikatin kendisi mi lazım, devletli yalanlar mı yoksa, ona da siz karar verin.
Ölü mü denir şimdi bunlara? - Saadet Yıldız 
Gazeteci Saadet Yıldız, 1990’lı yıllarda faili meçhul cinayete kurban gidenlerin eşleriyle konuştu. “Evinin önünde vuruldu”, “JİTEM kaçırdı”, “Telsizli kişiler zorla araca bindirdi”, “Cesedi bir köprü altında, dere kenarında, yol ağzında bulundu.”
1990’lı yıllarda özellikle Güneydoğu’da en çok duyulan sözlerdi bunlar. Hemen hemen her gün birden fazla ölüm haberi duyuluyordu. Geride acılı hayatlar, yürekleri yanık eşler, yetim çocuklar kalıyordu. Gazeteci Saadet Yıldız, 1990’lı yıllarda faili meçhul cinayete kurban gidenlerin eşleriyle konuştu. 12 şehirden 51 kadınla yaptığı görüşmeleri Edip Cansever’in “Ölü mü denir” adlı şiirinden esinlenerek “Ölü mü denir şimdi onlara” adlı kitapta topladı. Hafta başı piyasaya çıkan kitapta kadınlar, eşlerini, onları en son gördükleri anı, ölümleriyle yaşadıkları acıları, özlemlerini anlatıyor. Eşlerinin infazından sonra intihar etmeyi düşünen, kanlı elbiselerini saklayan, ördükleri kazağı yıllar sonra bir toplu mezarda bulan kadınların bilinmeyen iç dünyalarını gözler önüne seriyor. Okurken insan, “tüm bunlar bu ülkede mi yaşandı?”, “bunların suçu neydi” diyor, sorguluyor, duygulanıyor, ürperiyor. Cezayirli kayıp annesi Nassera Dutour’un yazısının yer aldığı kitapta, eşlerinin cansız bedenlerini bazen çöplüklerde, köprü altlarında, dere yataklarında bazen de kimsesizler mezarlığında arayan, ölüm kuyularına umutla koşan, ortaya çıkan kemik parçalarına sevinen “bir mezarımız olsa da dua etsek” diyen, sesleri duyulmayan kadınların sessiz çığlıklarını duyuyorsunuz.

Yas, umut ve gözyaşı...

Bedia Fındık: Jandarma ve emniyet, eşimden yılbaşı için hindi istemişti. Eşimle kaynım, emniyete gittikten sonra sır oldu. Devlet kendisine hediye götüreni niye öldürsün ki diye düşünüyordum. Bedriye Şen: Çığlıklarımız helikopterin tozu dumanı içinde yok olup gitti.

Derman Boztaş: Kapının eşiğinde annesinin, çocuklarımızın gözlerinin önünde vurdular eşimi.

Dilber Şimşe: Bahri’ye beyaz bir kazak hediye etmiştim. Onu son kez o kazakla gördüm. On bir yıl sonra kemiklerini bulduğumda kazak sararmıştı.

Diva Deniz: Küçük çocuğum babasının mezarını sorunca, kendisine gelişigüzel bir mezar gösteriyorum. Bazen başını alıp o mezara gidiyor.

Enzile Özdemir: Ağaçların altında, arazide, her yerde ceset arıyorduk. Nereden bir ceset çıksa, oraya koşuyorduk.

Gülten Akpolat: Eşim toprağın altında, biz üstünde çürüdük.

Hanım Tosun: Gördüğüm en son şey Fehmi’nin arabadan sarkan ayaklarıydı

Hasibe Yıldırım: Kıyafetlerini kaldırmadım, çorapları bile bıraktığı yerde. Bazen yalnız kaldığımda kıyafetlerine bakıp ağlıyorum.

Pervin Buldan: Kızım babasının öldüğü gün doğdu. Zelal’in doğum gününü hep daha sonraki günlerde kutladım.

Şemse Tekin: Eşimin beyni duvarlara sıçramıştı. Telsizle ‘Bir terörist öldürdük’ demişlerdi de, başka birinden söz ediyorlar sanmıştım.

Ülkü Ekinci: Onu yemeğe beklediğim o son gün tarhana çorbası yapmıştım. Tam on altı yıldır bir daha tarhana çorbası yapmadım.

6 Nisan 2011 Çarşamba

Özgünlüğün Politikası- Marshall Berman

Bu, modern yaşamın deneyimlerinden ve gereksinimlerinden doğan yeni bir dilin kitabıdır. Öyküsü, dinamik bir ekonomi, akışkan, açık ve çoğulcu bir yaşamın henüz ortaya çıktığı 18. yüzyıl Paris'inde başlar. Bu paradoksal bir çağın başlangıcıdır: Bastırılmış dürtü ve enerjilerin ortaya çıkışına, insanın beceri ve yetilerinin gelişimine kendine yabancılaşma eşlik eder. Sosyalleşen insan, sosyal rolü tarafından yutulan yurttaşa dönüşür. Benlik, ortaya çıktığı dünyada kaybolur. Burada "ne söyleyeceğini tahmin etmek için insanın karakterini bilmeniz gerekmez, sadece çıkarlarını bilmelisiniz."

Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor'un yazarı Marshall Berman'ın rehberliğinde bu kez kişisel özgünlük sorununun politikliğini, modern çağda benlik, toplum ve devletin yazgılarının ne kadar sıkı bir şekilde iç içe geçtiklerini, yaşadıkları döneme özgü bir kavrayışla gösteren Montesquieu, Pascal ve Rousseau'nun fikir ve eserleri arasında yolculuğa çıkıyoruz. Günümüz yaşamının paradokslarına ayna tutan bu yolculukta Berman, yabancılaşma ve özgünlük arayışının birbirlerinin içinden nasıl doğduğunu; özgünlük idealinin burjuva "kişisel çıkar" düşüncesiyle nasıl kökten bir karşıtlık içerdiğini ve bu eserlerin Varoluşçuluktan Marksizme, modern psikolojiden 20. yüzyılın politik dönemeçlerine kadar güncel kalan içeriklerini sergiliyor.

Karpuz Kabuğu Denize Düşünce-Seçil Büker



Karpuz kabuğundan gemiler yapmak kimin aklına gelir? Arzu, bir "delilik" olarak tezahür ederse yönetmen karpuz kabuklarından filmler çeker. Sinema bir cennet midir gerçekten? Salvatore 1988'de sinemanın yeni bir cennet olduğunu söylemişti (Nuovo Cinema Paradiso, Giuseppe Tornatore). Çocuk Salvatore öylesine mutluydu ki, onu cennette kollayan, koruyan bir "baba"sı (Alfredo) vardı ve üstelik bu makinist "baba" kesmek zorunda olduğu sevişme sahnelerini sinema tutkunu olan bu çocukla paylaşıyordu. Genç erkek için tam bir cennet "Baba" ona makineyi nasıl kullanacağını da öğretiyordu. Makinist bu görevi yerine getiremediğinde Salvatore gösterimi sürdürebilirdi. Ahmet Uluçay için işler o kadar da kolay değildi, köy yerinde (ya da köylük yerde) kolay mıydı "gımıldak" için yanıp tutuşmak, insanın ancak deli olması gerekirdi böyle bir işe girişmek için. Salvatore gibi uzaklara gitme olanağı da yoktu, "okul" köydeydi. Salvatore'ye makinist "baba"sı düşlerini gerçekleştirmesi için büyük kentlere gitmesi gerektiğini, küçük kasabada düşlerin gerçekleşemeyeceğini söylüyordu. Demek ki köyde, kasabada sinema yapılamazdı, makinist "baba" beş yıl sonrasını öngöremiyordu. 1993'te Türkiye'de bir "köylü" koltuk değneklerinden kanat yapacaktı, ama Alfredo'nun belki de haberi bile olmayacaktı. Köyün orta yeri optik düşleri gerçekleştirmek için sinemaydı ama bundan Türkiye'de kimselerin haberi yoktu. O, köyünde sessizce tablo-plânlarını bir araya getirerek filmini üretti. Parçalar birleşti ve sinema tutkusunu betimledi. Karpuz kabuğu sinemaya düştü.

22 Ocak 2011 Cumartesi

Kanaatlerden İmajlara-Ulus Baker


Bu inceleme toplumsal bilimlerle belgesel filmcilik arasında mümkün bir birleşmenin boyutlarını tartışıyor. Bunun ön şartlarından birinin hâlihazırdaki “kanaatler sosyolojisinin” bir eleştirisi olması gerektiğine inanıyoruz. Bu yalnızca sıradan toplumsal araştırma pratiğine yönelik bir eleştiri değil, yorumcu-epistemolojik tarza ve toplumbilimsel yaklaşımların “metin” ve “kanaat” etrafındaki epistemolojik düğümlenişine yönelik bir eleştiridir. Spinoza’nın “duygular öğretisi” bu noktada bizim için merkezi bir öneme sahip: duygular sosyolojisi kendi başına bir epistemik alan olmaktan çok, adanmış olduğu alanda bir praksis oluşturmaya çabalamalı. Bu praksisi nihai olarak Dziga Vertov’un sine-göz ve sine-hakikat yaklaşımında,çağdaş video alanında ise Jean-Luc Godard’ın videoyu bir “düşünme cihazına”dönüştürmeyi amaçlayan yaklaşımlarında görüyoruz.  ULUS BAKER

Ve Durgun Akardı Don -Mihail Şolohov

Ve Durgun Akardı Don bir Kazak ailesi ekseninde Don bölgesini ve savaşın, devrimin ve iç savaşın bölgeye yansıyışını, çok yönlü, derinlemesine ama sade bir şekilde dile getirir. Eserin birinci cildinde Don Kazakları’nın Çar dönemindeki yaşam koşulları, gelenekleri görenekleriyle anlatılır. İkinci cilt, Birinci Dünya Savaşı yılları ve 1917 Ekim Devrimi’ne ayrılmıştır. Üçüncü ve dördüncü ciltlerde Don Kazakları’nın ayaklanmaları, Don bölgesinde kurulan bağımsız cumhuriyetler, İç Savaş ve Avrupa’nın bu İç Savaştaki rolü irdelenir. Canlı bir belgesel ve çağdaş bir destan sergiler Şolohov. Bozkır çiçekleri kadar canlı ve birbirine benzemez insanlarıyla, yaşanmışlığın sahiciliği ve olağanüstü anlatımıyla Ve Durgun Akardı Don, bütün zamanların en önemli romanlarındandır.



1916. Ekim. Gece. Yağmur ve rüzgar. Ormanlık arazi. Akçaağaçlarla kaplı bir bataklığın kıyısında siperler. İlerde dikenli tel örgüleri. Siperlerin içinde dondurucu sulu kar. Bir gözetleme noktasının saçı ıslak, hafiften parlıyor. Sığınaklarda tek tük ışıklar.



Subay sığınaklarından birinin girişinde tıknaz bir subay, ıslak parmakları kaput bağları üstünde kaya kaya bir saniye durdu. Alelacele bağları çözdü, yakasından suları silkti, girişin orda ayak altında çamura dönen samanlara çizmelerini sildi, sonra kapıyı itip açtı, başını eğdi, sığınağa girdi.

(Kitabın Girişinden)

21 Ocak 2011 Cuma

Hayvanların Sır Dolu Dünyası-Necati Güngör

Necati Güngör'den Hayvanların Sır Dolu Dünyası

Hayvanların Sır Dolu Dünyası, insanın yanı başındaki hayvanların ne denli bilinmezlerle dolu dünyaları olduğunu anlatıyor. Aslında insanın fazladan tek söz etmesine gerek bırakmadan. Yalnızca, hayvanlar ne iseler, onları olduğu gibi aktararak.
  • Yunusların vücut yapıları, beş milyon yıldan beri hiç değişikliğe uğramadı.
  • Akrepler tam yüz milyon yıldır yeryüzündeki varlıklarını sürdürüyor.
  • Örümcek ağı çelikten bile sağlamdır. 1 mm kalınlığındaki bir ağ, yetişkin bir insanı çekebilir.
  • Kış uykusundayken anne olan dişi ayı hiçbir şey yemeden çocuklarını emzirir, büyütür. Bunu, doğadaki hiçbir canlı başaramaz.
  • Bir penguen, seksen yavrunun arasında kendi yavrusunu bulur.
  • Bir fil sürüsünde bir yavru ölürse, yetişkin filler yas tutar.
  • Şempanzeler karşılaştıkları yüzleri hatırlar.
  • Timsahı nereye götürürseniz götürün, evinin yolunu bulur. Yüz kilometre uzaktan bile evine döner.
  • Aslanla göz göze gelen zürafa, bakışlarıyla onu saldırmaktan caydırır.
Tam 669 bilgi. Merak etmeden yaşanmaz.

Notos Yaşam * Resimler Mustafa Delioğlu * 88 s. * 14,5*21,5 cm * Mayıs 2010 *

METİS'İN Irkçılığa, Ayrımcılığa ve Nefret Suçlarına Karşı 2011 Ajandasına Nezih Kitapevi ırkçı ve ayrımcı yaklaşım

9 mağazası ile her gün müşterilerine, yaklaşık 110.000 çeşit ürün sunan Nezih Kitabevi, Metis’in yayınladığı, "Irkçılık, Ayrımcılık ve Nefret Suçları" ajandasını satmayacağını duyurdu.

Nezih Kitabevi, Metis’in yayınladığı, "Irkçılık, Ayrımcılık ve Nefret Suçları" ajandasını satmayacağını duyurdu. Kitabevi, yaptığı açıklamada, müşterilerinden ajandaları iade etmelerini istedi ve “tüm faaliyetlerimizi, Türkiye Cumhuriyeti yasaları ve Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün çizdiği ilke ve düşünceler doğrultusunda yürütüyoruz” dedi. 
Metis Yayınları, 2011 Ajandası için "Irkçılık, Ayrımcılık ve Nefret Suçları"nı konu olarak seçmelerini şöyle belirtmişti: “Gerekçesi hepimizin yaşadığı hayatta yatıyor. Türkiye, 20. yüzyıl boyunca ektiklerini biçiyor, ırkçı zihniyetin cenderesinden çıkmayı başaramıyor. Irkçı zihniyetin ürünü olarak uzun süredir bir savaş hali içinde, bir nefret toplumu içinde yaşıyoruz.”

Metis Yayınları Ajandasının konusu olan nefret söylemi ve nefret suçları, Türkiye'de olduğu kadar dünyada da yeni bir kavram. Nefret suçları, ırkçı ve ayrımcı bir zihniyetin korkularına, inanç kalıplarına, klişelerine dayanıyor. Yani şiddetten, saldırıdan, cinayetten, sokaktaki vurdu kırdıdan önce yanlış inanç, yanlış bilgi, yanlış düşünce söz konusu.

Ajanda 2011 / Irkçılığa, Ayrımcılığa ve Nefret Suçlarına Karşı
Levent Şensever'in hazırladığı ajandanın içinde bulunan başlıklar şöyle sıralanıyor:

Nefret suçları nedir?
Nefret suçları teriminin ortaya çıkışı
Nefret suçları diğer suçlardan niçin farklıdır?
ABD ve Avrupa'da nefret suçları mevzuatı
Antisemitizm nedir?
Nefret söylemi nedir?
Nefret söylemi ve medyanın rolü
Türkiye'de yasal mevzuat
Uluslararası hukukta nefret suçları
Irkçılık nedir?
İslamofobi nedir?
Milliyetçilik nedir?
Soykırım
Çokkültürlülük anlayışı
Türkiye'de azınlıklar
Nefret suçları konusunda neler yapılabilir?
Nefret suçlarına karşı mücadelede sorunlar
Sosyal Değişim Derneği
Türkiye'de yürütülen çalışmalar ve kaynaklar
Kısa sözlük
 
Nefret suçları nedir?, s. 24-25
Her yıl binlerce kişi hoşgörüsüzlüğün şiddet içe
ren dışavurumlarının mağduru oluyor. İnsanlar bazı karakteristik niteliklerini paylaştıkları gruplara aidiyetleri nedeniyle tehdit ediliyor, aşağılanıyor ve saldırıya uğruyor. Mezarlıklar, ibadet ve toplanma yerleri veya anıtlar, salt bu gruplarla özdeşleştirildikleri için tahrip ediliyor. Hatta söz konusu gruplara aidiyetleri nedeniyle insanların öldürüldüğü birçok olay ortaya çıkıyor.
Nefret suçu kavramı oldukça yeni. Nefret suçlarına karşı mücadelenin kökleri ABD'de 1960'lı yıllarda gerçekleşen sivil haklar hareketine dayanmasına karşın, kavram yaygın olarak 1980' lerin ortalarından itibaren kullanılmaya başladı.
Nefret suçları şiddet, marjinalleştirme, yalnızlaştırma, mağdur bırakma ve ötekileştirme gibi birçok sosyolojik ve kriminolojik boyutu kapsamaktadır.
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT), nefret suçunu şöyle tanımlamaktadır: Mağdurun, mülkün ya da işlenen bir suçun hedefinin, ırk, ulusal ya da etnik köken, dil, renk, din, cinsiyet, yaş, zihinsel ya da fiziksel engellilik, cinsel yönelim veya diğer benzer faktörlere dayalı olarak benzer özellikler taşıyan bir grupla gerçek ya da öyle algılanan bağı, bağlılığı, aidiyeti, desteği ya da üyeliği nedeniyle seçildiği, kişilere veya mala karşı suçları da kapsayacak şekilde işlenen her türlü suçtur.
Bu bağlamda ırkçı saikle işlenen suçların, halkın bir kısmına karşı kin ve düşmanlığa tahrik fiillerinin, "namus" ya da "töre" olarak tabir edilen saiklerle işlenen cinayetlerin veya toplumsal linç girişimlerinin de –tartışmalı olmakla birlikte– nefret suçları kapsamına girdiği söylenebilir.
Nefret suçlarının özelliklerini iyi kavramak, bu suçlara karşı verilecek mücadele açısından son derece önemlidir. Ayrımcılığın en aşırı şekli olan nefret suçlarını diğer suçlardan ayıran en önemli unsurlardan biri, bu tür suçların bir önyargı saikiyle işlenmiş olmasıdır.
Dolayısıyla bir suçun nefret suçu olarak tanımlanabilmesi için şu unsurlar gerekir:
       1. Ceza hukukunda tanımlanmış bir suç fiilinin söz konusu olması,
       2. Suç teşkil eden fiilin bir kişi veya gruba veya bu kesimlerin mülkiyetine yönelik olması,
       3. Failin bu suçu anayasa, ceza hukuku ve diğer özel yasalarla koruma altına alınmış mağduriyet kategorilerine yönelik olarak bir önyargı saikiyle işlemiş olması,
       4. Suç teşkil eden fiilin, mağdurların "ırk", etnik kimlik, ulusal köken, toplumsal statü, eğitim, inanç, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelimler veya engellilik gibi karakteristik özelliklerine yönelik seçici bir şekilde işlenmiş olması.
Nefret suçları ayrı bir kategori olmayıp, önyargı ve nefret saikiyle işlenen ve ceza yasası içinde ele alınan suçlar olmakla birlikte, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) ve birçok uzman tarafından bu suçlara yönelik ayrı yasaların düzenlenmesi önerilmektedir. Nefret suçları fiziksel saldırı, mülkiyete verilen hasarlar, zorbalık, fiziksel veya sözlü taciz, aşağılama, saldırgan duvar yazıları, kundaklama veya nefret söylemi içeren yazı veya mektupların söz konusu olduğu vakalar olabilir. 
 

20 Ocak 2011 Perşembe

İz Dergisi

Say 31, Ocak-Şubat 2011
Altıncı yılımızın ilk sayısına Magnum Photos’tan Rene Burri ile başlıyoruz. Fransa’dan Çin’e, Mısır’dan Trinidad’a, Küba’dan Güney Kore’ye kapsamlı bir dünya turu sizleri bekliyor.
Yine Magnum Photos’tan Bruno Barbey, ‘68 Paris’inin barikatlarında karşılıyor bizi. Avrupa’da ve hatta küçük çapta Türkiye’de de kıpırdayan gençlik hareketlerinin dünya tarihindeki en önemli referans noktası olan ‘68 eylemlerini yakından izleyen Barbey’in bu fotograflarından oluşan kitap, 2008 yılının Mayıs ayında Fotografevi tarafından yayımlanmıştı.
“Kapalı kutu” Kuzey Kore, Tomas van Houtryve’in (VII Photo) karelerinden sızan ipuçlarıyla, az da olsa görünürlüğünü artırıyor.
Panos Skoulidas “Venedik’te Ölüm” temasının peşinde, “rahat olun, eğlenin ve anımsayın” diyerek bir “ucube gösterisi”ne davet ediyor herkesi.
Pari Dukovic’in objektifi, “sıradan insanlar”ın gündelik hallerine ve onların “küçük umutları”na yöneliyor.
Tunç Evcimen ile birlikte bir kez daha Uzak Asya’nın hareketli yaşamına tanıklık ediyoruz.
Ve mutlu son! Sibel Açıkalın, “Her evli kadının bir kez giyip, bir kez daha asla giymeyeceğini bilmesine rağmen en kıymetli giysisidir gelinliği” tespitinden yola çıkarak gerçekleştirdiği projesinde, 1970’lerden kalma gelinlikleri amatör modellere giydirmiş.

Puslu Kıtalar Atlası İhsan Oktay Anar

Yeniçeriler kapıyı zorlarken Uzun İhsan Efendi hala malum konuyu düşünüyor, fakat işin içinden bir türlü çıkamıyordu..."Rendekar doğru mu söylüyor? Düşünüyorum, öyleyse varım. Oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar:Düşünen bir adamı düşünüyorum. Düşündüğümü bildiğim için, ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da varolduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Bundan sonrası çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öylese gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum."Kapı kırıldığında Uzun İhsan Efendi kitabı kapandı. az sonra başına geleceklere aldırmadan kafasından şunları geçirdi:"Dünya bir düştür. Evet, dünya... Ah! Evet, dünya bir masaldır."

Varlık ve Hiçlik Jean-Paul Sartré

Varlık ve Hiçlik, hiç şüphesiz Jean-Paul Sartre'ın "başyapıtı"dır. Sadece Fransız felsefesi açısından değil genel olarak felsefe tarihi açısından da son büyük ontoloji denemesini temsil eder. Dolayısıyla önemini ve güncelliğini hâlâ korumaktadır ve hiç şüphesiz daha uzun yıllar korumaya devam edecektir. Çünkü, insan, ilk defa bu yapıtta, özgür olmaya "mahkum" edilmiştir... İyi okumalar!

Tol - Bir İntikam Romanı


Murat Uyurkulak 
Epeydir yazmayan ayyaş bir şairle hayattan çoktan vazgeçtiği halde son noktayı koyamayan genç bir musahhihe, Diyarbakır'a yaptıkları tren yolculuğunda eşlik ediyoruz bu romanda. İstasyonları birbiri ardında geçerken Türkiye'nin yakın siyasi tarihi de yavaş yavaş seriliyor gözlerimizin önüne, hem de sesi bize genellikle ulaşmayan aktörlerin ağzından. Murat Uyurkulak bu ilk romanında çok güç bir işi başarıyor: acıklı olduğu kadar komik, eleştirel olduğu kadar yandaş, hüzünlü olduğu kadar ümitli olmayı.

ROMANTİK MUAMMA-BESİM F. DELALOĞLU

ROMANTİK MUAMMA-BESİM F. DELALOĞLU
www.ayrintiyayinlari.com.tr 
Romantikler için yaşamın estetikleştirilmesi bir özgürleşmedir; fısıltı halinde dile getirilmiş olsa da. Modernlikse, estetikleştirmeyi tam tersi bir amaç için kullanır. Modern toplum, giderek daha belirgin bir biçimde, tüm nesneleri metalaştırır. Nesne, diğer metalarla değişime girebilmek için bir değişim değeri olarak kodlanır ve tüm duyumsal ayrıcalıklarından soyutlanır. Reklamcılık, bir değişim değeri olan nesneye çekicilik kazandırmak için estetik alana saldırır. Hatta nesne, kullanım değeri olarak anlam kazanabilmek için estetik bir görünüme gereksinim duyar. Metanın estetikleştirilmesi, duyumsanabilir güzellikle sorunu olan sanatçıyı zor durumda bırakır. Aslında bu durum, sanatçıyı estetiği yeniden tanımlamaya zorlar. ışte bu nokta avangarda açılan kapıdır. Sanatçı, giderek genelleşen ve ayrıcalığını yitiren estetiğe karşı kendi estetiğini üretir. Avangard bir anlamda romantizmin estetik ütopyasının iksiridir. Modern toplumda, duyumsanabilir görüntü ile soyutlama arasındaki sentez, sadece reklamcılık ve yönetilen kitle kültüründe ya da Adorno ve Horkheimer’ın deyimiyle kül-tür endüstrisinde ortaya çıkar. Bu sadece ahlâki olarak eleştirilmesi gereken bir olumsuzluk değildir; modern toplumun can damarıdır.

Hâr’ın 8. Sayısı

İÇİNDEKİLER
Kadın’ın Yazısı / NAZMİYE KETE
Dilden Dile Gelenler: Şair Kadınlara Dair / BETÜL DÜNDER
Yüksek Ökçeler / ÇİĞDEM SEZER
Kabil’in Gölgesi Üzerine Söyleşi / ZELİHA DEMİREL
Yaza Yaza Yaz Geldi/ FATMA N.
Kadın’ım, Şair’im, Yazı’yor’um / HİLAL KARAHAN
Muştu / NEFİSE KARATAŞ
Tüm Zamanların Yüreğinde kadının Ayak İzleri / MÜSLİM ÇELİK
Pelin Esmer’le Sinema Üzerine Söyleşi / SALİHA YADİGÂR
Flaneur İm / ÖKTEM TEPE
Öyküm / TUBA SUSOY
Çadırımda Bir Ayna / HÜSEYİN KÖSE
Malatya Evlerinde İki Anaç Bir Kuzuyu Ararken / SEMA ÇETİNKAYA
Bir “Gevheri” De Bizden: KÜÇÜK ABİDİN / SÜLEYMAN ÖZEROL
Sestir İnsanı Kemiren / İLKER GÖREN
Taciz Ateşi / KAĞAN UZUNER
Klasik Kürt ının Üstadı: Ahmedê Xani / FAYSAL CEYLAN
Tütün İle Beşiğin / ÖZKAN KULA 
Bozuk Ezber “Çocuklarımıza” / MUSTAFA GÜÇLÜ
GELIYÊ SEYFO (Hawara Qewmeke Lal) / BERKEN BEREH
Sidik Torbası / HÜSEYİN KAYAŞ
Gazap Üzümleri / HAKAN BİLGE
Yokluğun Öksüzlüğüm Olurdu / MEHMET ERCAN
Kuşkanar’ken / MAZLUM ÇETİNKAYA
Hâr 7. Sayının Üzerine / FERMAN SALMIŞ

SAVAŞ OYUNLARI A.Ş.-ROGER STAHL

SAVAŞ OYUNLARI A.Ş.-ROGER STAHL
http://www.ayrintiyayinlari.com.tr/default.aspx
Savaş Oyunları A.Ş. çağdaş Amerikan kültüründe savaşın eğlence olarak sunulma ya da anlaşılma biçimlerini, başka bir ifadeyle “savaş eğlencesi”ni kışkırtıcı ve yer yer şaşırtıcı bir yaklaşımla gözler önüne seriyor. 
Savaş, yüzyıllarca eğlence konusu olmuştur; ancak Roger Stahl yeni bir olguya, askerileştirilmiş yeni bir eğlence tarzının, izleyicilerini nasıl sanal yurttaş askerlere dönüŞtürdüğüne işaret ediyor. Yazar, güçlü savaş oyunları endüstrisinin izleyicileri interaktif katılımcılar olarak gösteriye davet etme yöntemlerini göstermek için çok geniş bir tarihsel ve çağdaş medya örnekleri dizisini irdeleyip açıklıyor. Savaşa interaktif katılım, gazete haberlerinden online oyunlara, gerçek zamanlı televizyon yayınlarına kadar değişen çeşitli kanallardan sağlanmaktadır. Basit biçimde ifade etmek gerekirse, interaktif yeni savaş eğlencesi, savaşı seyredilecek bir şey olarak sunmaktan çok, oynanan ve başkası adına yaşanan bir şey olarak sunar. Stahl bu kitabında, söz konusu yeni askerileştirilmiş eğlence tarzının demokrasiye nasıl bir tehdit oluşturduğunu, yarattığı gerilimleri ve esinlendirdiği direniş pratiklerini keşfetmektedir aynı zamanda.
Bu kitap savaş ve medya arasındaki ilişkiyle ilgilenen herkes için temel bir kaynak niteliği taşırken, bugünün Irak ve Afganistan’ındaki uluslararası çatışmalarla sanal savaş alanları arasındaki bağlantıları aydınlatmaktadır

MUSA DAĞ'DA KIRK GÜN-FRANZ WERFE


Musa Dağ’da 40 Gün, 1915 Ermeni Tehciri sırasında yaşanmış gerçek bir olaydır. Antakya Samandağ’da tehcire gitmek yerine, yedi Ermeni köyünden yaklaşık beş bin insanın birleşerek Musa Dağ’ına sığınması ve direniş öyküsünü anlatmaktadır. Roman gerçek bir yaşam öyküsü olup; bir halkın akıl almaz kaderini anlatmaktadır. Eser 1929 yılının Mart ayında Şam’da tasarlanmıştır. Kitabın yazılması Temmuz 1932 - Mart 1933 arasında gerçekleştirilmiştir. Aynı yılın Ekim ayında yazar çeşitli Alman kentlerinde verdiği konferanslarda, 1. kitabın 5. bölümünü konuşma metni olarak seçmiştir.1. kitabın bu bölümünde Enver Paşayla Papaz Johannes Lepsisus arasında geçen konuşma aynen verilmiştir.
Kitabın sonunda olayla ilgili fotoğraflara da yer verilmiştir.
4. Baskı
Baskı Tarihi: Ocak 2011

Çeviren: Saliha Nazlı Kaya
Yayına hazırlayan: Atilla Tuygan
Kapak tasarımı Alparslan Tuygan
Düzelti: Yasemin Gedik, Akın Çağlayan
Dizg:i Minife Yıldızhan
720 Sayfa