20 Nisan 2012 Cuma

Murathan Mungan- Hiza, Halay, Haset

Murathan MunganHiza, Halay, Haset

Birikim Dergisi- 2009

Hiza kültürünün dışına çıkamamak hala en önemli toplumsal özelliklerimizden biridir. Birbirimize bakarak hiza alırız dünyayla ilişki kurarken gözümüzden çok gözümüzün ucunu kullanmamız bundandır. Sağımızdaki, solumuzdakini göz ucuyla denetler, ona göre davranırız. Mahallenin namusundan mahalle baskısına birçok mahalli kavram ı herkesin birbirine benzemeyi bunca önemsediği bu zengin göz ucu kültürümüze borçluyuz dur. Bu alışkanlığa bağlı olarak, gündelik yaşamda görüp bakmaktan çok şöyle bir göz atarız. Azıcık hizadan çıkanı hizaya getirmek de ortaya çıkan en ufak bir karışıklıkta herkesi hizaya sokmak da toplumsal yaşamda ki vazife anlayışımızı belirleyen milli hasletlerimizdendir. Durumdan vazife çıkarmak diye tanımlanan pozisyon alma ihtiyacı da bu sosyoloji den beslenir. Yakın geçmişte her on yılda bir yapılan askeri darbeler, düzeni bozulan toplumu hizaya sokmak konularında milletçe ihtiyacımız olan askeri disiplini ve nizamı sağlar. Askeri darbelerin toplumda bunca yandaş, gizli ya da açık gönüldaş bulması boşuna değildir. Sosyolojinin saklı rızasının payını unutmamak gerekir. Bakırcısından kuyumcusuna yan yana dizili bir örnek dükkanlarında çarşı esnafı da göz ucuyla komşusunu kollar, albümleri çok satsın derdinde olan hırslı pop şarkıcıse da … Bu yalnızca diğerlerinden geri kalmama kaygısından değildir, aynı zamanda aykırı düşmeme hassasiyetini de kollar, Kimse aykırılığa varan farklılığın sorumluluğunu almak, kalabalıklar tarafından kınanmak istemez. Hizada durmak bir muhafazakarlık garantisidir.

Yaşamın diğer düzlemlerine göre özgünlüğün, farklılığın bir önem, bir değer olduğu sanat, kültür disiplinleri, entelektüel donanım alanları bile aynı sosyolojik doku nedeniyle bu genel eğilimden payını alır. Diyelim 12 Mart edebiyatının verimlerini birbirinden farklı dönemlerin hapisten çıkmış şairlerini birbirlerine bu kadar benzeten şey, yalnızca yaşananların ortaklığı değil, gelenekten devralınan bir tutumun gereği, bir gözü komşusunda kopya çekme alışkanlığıdır. Dünyanın pek çok ülkesinde rastlanan yükselen dalgalara, dönem eğrisine, günün rüzgarlarına kapılmak diye nitelendirilebilecek genel bir tutum alışın varlığı evrensel bir olgu olarak yadsınamaz elbet. Ama saydığım şu benzeş örneklerin oluşma katmanlarında, toplumsal gerçekliklerin, günün gereklerinin sanata ve kültüre doğal yansıması düzeyindeki bir tarihsel örtüşmeden çok daha fazlasını barındıran bize özgü sosyolojik bir miras söz konusudur. Adeta milli bir geleneğe dönüşmüş olan birbirine benzerlik esası üstünde yükselen bir örnekliğin, taklitçiliğin, çoğaltmacı kültüne iz düşüren temel bir tutum, gündelik hayatın hemen her alanında aynı iştahla tekrarlanır. Kuşaktan kuşağa aktarılan alışkanlıklarda içkinleşmiş kültürel iklime sinmiş olan gelenekselleşmiş kalıplar formlar normlar kanavalar imgeler arketipler ve benzerleri diye sayılabilecek birçok unsur taklitçi iz sürücü çoğaltmacı kültürel modellerin toplumsal bellekteki karşılıklarıdır. Buna bağlı olarak işleyen algılama, alımlama ve yansıtma biçimleri toplumsal bellekte hazır bekleyen bu karşılıkları gündelik yaşamdaki uygulamalara her seferinde benzer kalıplarda “yeniden ve yeniden” üreterek cisimleştirir. Unkapanı’ndaki herhangi bir mefruşatçı dükkanının vitriniyle tv ekranlarındaki herhangi bir program ya da dizi film paketi aynı mantıkla eşleşir.İhtiyaçların tarifinden çok modelin tekrarı üzerine inşa edilen bir üretim anlayışının ortak paydasıdır bu. 
Toplum olarak uluslar arası alanda “tasarımcı” yetiştirmekte bunca zorlanırken, neden yabancı tasarımları, markaları bu kadar kolay taklit edip çoğalttığımızın açıklamasını da içinde barındıran bir olgudur bu. Çoğalmacı kültür, modern zamanlara her şeyin çakma sını yapmada usta “çakma kültür” olarak evrilir. Büyük endüstrilere yönelemeyen hayal ve beceriler, ancak ticaretini bavullaştırır. 
Yeri gelmişken geleneksel söz sanatları içinde çoğaltmacılığın bir hüner sayıldığı tahmis ile tanzir' i bu bağlamda anmak isterim. Bilinen bir şiirin her beytinin üstüne üçer mısra katıp çoğaltarak her beyti beşer mısraya çıkarmaya tahmis, bir şiirin anlam ve biçim bakımından benzerini yapmaya tanzir denir. Eskiden kimileri şiire Baki’yi Fuzuli’yi tahmis ederek, Nedim’e Nefi’ye tanzir ederek başlıyorlardı. Bu yöntem usta çırak ilişkisinin kalıp çıkartarak bir zanaat öğrenme geleneğinin şiirdeki uzantısı olarak değerlendirilebilir. Yakın zamanların kimi şairlerinin tahmiş ile tanzirin adını bile bilmeden şiirlerini bu yolla kotarmış olmaları belki bu kültürel alışkanlıkla açıklanabilir. 
Algı ve alımlama dünyasında gösteren, gösterilen ilişkisi her toplumun kendi işaretleriyle çalışır. Minyatür ve resmetme geleneğinin tek hat üzerinde sıralı yan yana duran figürlerinden aynı motiflerin sürekli aynı biçimde birbirine eklemlenerek üremesi üzerine kurulu nakış çoğaltma geleneğine varana dek yaşamın birçok alanını kapsayan genel bir ifade tarzı günümüz popüler kültüründe kendi evrilmiş karşılıklarını yaratır. Kendi kendini bu yolla günceller. Diyelim, “Dünya Güzeli Züleyha” suretinin toplumsal algıdaki sinema çağı karşılığı olan “Türkan Şoray” dan sonra elli tane Türkan Şoray taklidinin ya da Sezen Aksu dan sonra elli tane daha Sezen Aksu Taklidinin çıkması, yalnızca piyasada tutan işlerin izini sürme, günün pastasından pay kapma gayreti, serbest piyasa kanunlarının arz talep ilişkisiyle açıklanamaz. Bu konuda kültürel soyaçekimin belirleyici gücünü, toplumsal belleğin ortak işaretlerini unutmamak gerekir. 
Burada bir parantez açmak istiyorum: Türkiye de kültürel sosyoloji alanına girecek durum olgu ve konuları anlamaya çalışmanın yaratabileceği “toplumsala ilişkin algıda kriz” ürküntüsü yalnızca sağ kesimlerin değil solun da başlıca kaygısı olmuştur. Örneğin tümünü anlamadığımız yabancı terimler, kavramlarla konuşsa da ekonomik alanı anlamaya çalışmak, “kültürel olanı” anlamaya çalışmaktan daha kolay gelmektedir birçok insana. Ekonomi cinsiyetsizdir. Zihinsel arıza çıkarmaz. Ruhsal olana dokunmaz. Psikolojik ve sosyolojik anlamda toplumsal, tarihsel, kültürel yüzleşmeleri gerektirmez, bir ucu putlaştırmaya varan imgeselleşmiş düşünme dizgesinin sorgulanmasına, kimliklerin, rol modellerinin tartışılmasına yol açmaz; dolayısıyla sonu cinselliğe varmaz. Ekonomik itirazlar sistemde bir değişikliği önerir, oysa kültürel alandaki değişim bireyin kendisinde başlar.Bu çeşit konuların tartışılması gerektiği durumlarda ekonomi temelli açıklamaların demirbaş sözleri; örneğin ekonominin ahlaki çöküntü yarattığı,bizi özümüzden kopardığı, toplumu yozlaştırdığı bilgisi söz alma bazında sağ kesim için yeterlidir. “Altyapı üstyapıyı belirler” sözünün indirgemeci yorumlarının sonu ekonomizme uvriyerizme varsa bile bu çeşit sol söylem demirbaşları da sol kesimi idare eder. Türkiye'ye özgü “Sağ ile Sol” un el sıkıştığı durumlardan biri de budur. Kısacası ekonomi konuları bireysel ve toplumsal terapi gereğine zemin hazırlayan durumları kışkırtmaz, kasılmadan rahat rahat konuşabilirsiniz 

Hiza kültürünün simge değer taşıyan değerlerinden biri halaydır. Halay çekerken saf tutulur; tek sıra hiza alınır. Adımların bir örnekliği esasına dayalı, topluca yapılan bir oyun olarak halay doğası gereği kimsenin öne çıkmasına farklı bir hareket yapmasına izin vermez. Onun bu tek vücut görünüşü toplu bir güç olarak birlik, beraberlik, dayanışmayı simgeleyen karakteri halayı sol ifade geleneği içinde grev çadırlarından protesto gösterilerine her tür direnişin vazgeçilmez kutlama unsuru haline getirmiştir. Tarihsel geçmişi bu toprakların derinliklerine kadar kök saldığı için geçmiş kitleleri en geniş anlamda kucaklayan bir halk oyunu olarak halay, politik toparlayıcılığın, bir araya getiriciliğin bir simgesi olarak da okunabilir. Geniş halk kitleleriyle bağını sıkı tutmak, toplumsal belleğin temel imgelerine seslenmek, geçmişin başkaldırı kültürüyle devamlılık ilişkisi içinde olduğunu vurgu getirmek isteyen kimi sol siyasetlerin 70’li yıllarda yaptıkları “devrimci tiyatro” örneklerinde bir halay düzeni ve imgesi çok önemseniyordu. Dünya sol kültür mirasıyla bizim geleneklerimiz arasında devrimci bir sentez kurulması amaçlanıyordu. Örneğin bir fabrikadaki makinenin dişlerinin nasıl birbirine bağlı olarak işlediğini anlamak için, sahne üstündekilerin her birini makinenin bir parçasıymış gibi kullanım koreografi, Meyerbold”un mekanik tiyatrosunun temel imgelerinden biridir. Türkiye de o yıllarda yapılan kimi tiyatro çalışmaları, bu yerleştirme düzeninin işçi sınıfı üzerinden vurgu getirmeye çalıştığı kolektivizm ruhunu, Anadolu’nun imece usulü üretilen dayanışmacı köy hayatı ve geleneğine yaptığı göndermelerle birleştirerek sosyalist bir estetik geliştirmeye çalışıyordu. Aynı anda yapılan hareketlerle ekilen tarla, sallanan orak, biçilen hasat, çekilen halayla işaret edilen kadim gelenekle, Meyerhold estetiğinde olduğu gibi bir sanayi toplumu göstereni olarak kullanılan fabrika, makine dişlisi yerine geçen işçi sınıfının ortak gücü ve sosyalizm gerçeği, 70'ler solunun toplumsal stratejisinde buluşturulmak isteniyordu. Çok çabuk eskimiş olmakla birlikte o dönemdeki arayışların yönelimlerin bir parçası olarak anlaşılır çabalar, yönelimlerdi bunlar. Ama ben bu çeşit örnekleri burada daha çok Türkiye deki sosyalist geleneğin birey ihmalkarlığı konusundaki tutumuna simgesel değeri olan örnekler oluşturduğu için anıyorum. 
Halay bir anonim kimlik işaretidir. Hem geleneğe katarak anonimize eder kişiyi, hem de bir cemaatin parçası kılarak aidiyet duygusunu duyurur. Kapalı toplumların göze batmaktan çekinen, herhangi bir nedenle yadırganmaktan ürken, dışlanma korkusu çeken “egolarının” kalabalık içinde kaynayıp gitmesini, görünmez olmasını sağlar; böylelikle kişi hem “toplumca” onaylanmış, hem kalabalıkta “saklanmış” olur. Bizim birlik ve beraberliğin gücü sandığımız bu halay benzerlerine yaslanmadan “biri” olmayı beceremeyen, tek başına, sorumluluk üstlenemeyen kişilerin yalnızca birbirlerine kenetlenme ihtiyacı haline geldiğinde aynı zamanda vasatın dayanışmasına dönüşür. Vasatın dayanışması dünyanın en büyük “koalisyon partisi” dir. Kırılan kolun yen içinde kalması” gerekliliğinden, “bize bizden başka dost yok” düsturuna varasıya bütün söylemler sloganlar gücünü bu partiden alır. 
Halay kendi başına masum bir halk oyunudur elbet, ama bu yazıda mecazlaştırmaya çalıştığım haliyle “halay kültürü” bir sosyolojidir. Bu nedenle burada konu edilenin, canı çektiğinde halay çekip mendil sallayanlar değil, bir metafor olarak halaya “sığınma durumu” olduğunun yeterince anlaşıldığını ummak isterim. Bireyi toplum içinde eriten halay kültürün içerdiği toplu resim, kimsenin eyleminin hesabını tek başına ödemeyeceği sorumluluğunu tek başına almayacağı kalabalıkta kaynayıp gitme kolaylığı, fırsatı tanır. Bu nedenle başka bir açıdan bakıldığında halaydan lince giden yol pek kısadır. Birbirinin omuzuna yaslanarak tek vücut olma hali, her zaman toplu direniş gücünün simgesi olma anlamı taşımaz aynı zamanda “kim vurdu kültürünün zeminini de hazırlar. Her iki anlamıyla da örgütlü yada örgütsüz faili meçhul cinayetlerin faillerini kalabalık içinde görünmez edebilir. Paylaştırılmış sorumluluk kişisel vicdanı buharlaştırır. Bireyini yetiştirememiş toplumlarda kolay kolay seri katil çıkmaz. Toplu katil çıkar. Toplu hareket etme alışkanlığı tipik bir cemaat kültürü öğesidir. Kalabalıktan kopma korkusu taşıyan



Ergenleşmiş insanlar gerektirir. Her yere maça gider gibi gidilmez elbet. Hep birlikte hareket etmenin ritüelini gerektirmeyen durumlarda bile, hep birlikte hareket etme ihtiyacı, çocuk kalmış, çocuk bıraktırılmış toplumlara özgüdür. Her ne kadar cemaat kültürü fırsat tanımasa da insan tekinin mahremiyet alanları vardır. Gençlerin diyelim ufak suçları işlerken de, Karaköy de kerhaneye topluca giderken de birbirlerinin varlığına bunca gereksinmeleri, yalnızca yaşları gereği duydukları güvensizlik nedeniyle değildir. Bu hemen her çeşit eylemde farklı yaş guruplarınca yaşanan genel bir toplumsal ruh halidir ve çarpık modernleşmeyle yetiştirilmeye çalışılan kimlik yarılmasına uğramış yeni kuşaklarla aşılacağa benzememektedir. Bu aşılmazlığın derecesini, diyelim modern kent gece hayatından marjinal bir örnekleme belki daha iyi anlatır. Yarım kavanoz jöleyle didikleyip “punk miğfer” haline getirdiği saçlarıyla atasını, babasını karşısına alan bir genç delikanlı, “oğlan” bulmak amacıyla takıldığı bir gey kulübe bile “mahalleden bir grup arkadaşıyla” gelir ve o grup, beraber gelip beraber dönmenin yoluna bakarlar, Toplumun büyük kesimince gizlilik içinde yaşanması gerektiği düşünülen, dolayısıyla bireyselliği zorunlayan böyle bir ilişkinin “açık mekanına” bile toplu giriş yapmak isterler. Geleneksel davranış modelleriyle, modern yaşamın getirdikleri arasındaki sosyolojik baş dönmesini belki de en iyi anlatan örnekler, “marjinal düzeye” ilişkin olanlarıdır. Bunlar içerdikleri malzeme gereği sosyolojik yanılmalar konusunda çıplak gösterenlerdir. 

***

Adım aksatmamak için herkesin tek sıra ayak uydurduğu halay, her zaman ortak hareket etmenin birlik ve beraberlik gücü anlamını taşımadığı gibi, hiçbir biçimde kimsenin farklı bir şey yapmasına, öne çıkmasına, kenarda durmasına da izin vermez. Farklılığa olanak tanımayan halay kültürüne hapsolmuş toplumlarda birey”in ortaya çıkması, bir kişi olarak varlığını ortaya koyması, hayatını bildiği gibi yaşaması kolay değildir. Bunun başarılması, dışlanmalar, kişilik yarılmaları, iç hasarlar pahasına zorlu bir mücadeleyi gerektirir. Kuşkusuz batılı toplumlarda da ortak devinimler içeren, birlikte yapılan danslar vardır, bu salt bize, Doğulu toplumlara özgü bir şey değil. Ama batılı toplumlar bireyleşme süreciyle birlikte, bedenin kendi hikayesini yaşamaya karar veren vals, tango ve benzeri dansları bulmuştur. Flamenko başlı başına bir feryattır. Elbette bu dansların bir tür olarak adlandırılmasını sağlayan, yapılması gereken ortak figürleri vardır, ama bu figürler her bireyin, kendi hacmini değerlendirme, kendi alanını kullanma ve stilini yaratma özgürlüğüne şans tanır. İkili yada tekli danslar bedenin birey olarak öne çıkmasının, kişisel farkın, performans kalitesinin görülmesini sağlar. Birey dans ettiği mekanı, bedeni ve hikayesiyle kaplar. Anonim danslar “menkıbe”yse, bireysel danslar kişisel ayrıntılar içeren “hikaye” dir. 
Buradaki zihniyet, aynı biçimde hasmını, düşmanını, gereken durumlarda dansa davet eder gibi silahların ve koşulların eşit olduğu düelloya davet eder. Bireysel beceri, zaferi belirler. Eksrim de benzer ilkeler, kurallar içerir, kılıç darbesiyle kazanılmış olan hakta bileğin sahibinin yetenekleri, üstünlükleri vardır. Oysa birey geliştirememiş bizim gibi kapalı toplumları biz pusu kurarız. Üç beş arkadaş bir araya gelip bir köşede erketeye yatar, kurbanı bekleriz. İster akşamın alacasında köyüne dönen adama dağın yamacında kurduğumuz pusu olsun bu, ister gecenin bir vakti evine dönmekte olan delikanlı için mahallenin karanlık sokaklarından birinde yatılmış bir erkete, hepsi geçmişten gelen mirasın ortak kapısına çıkar. Bu kalleşlik kültürüdür. Birey ihanet eder, ama biz topluca kalleşlik ederiz. Halaydan lince giden yol, mahalle köşelerinde kurulan pusudan geçer; bu pusunun “erkekliğin kitabı” sayılan külhanbeyi oyunlarından. Şehrimize gelen yabancı bir futbol takımının önünü kesen fanatik topluluklar da şehrin sokaklarına bildiri dağıtmaya çıkan üç beş gencin tepesine binen milliyetçi esnaf da birbirinin omuzlarından güç alan aynı kalleşlik kültüründen beslenir. Bizim haklı, dünyanın geri kalanının haksız olduğunu düşündüğümüz, her durumda adalet bellediğimiz linci besleyen topluluk gücünün faili görünmez kılan suçu anonimize eden bu özelliğidir. Katı olan linci buharlaştırır. 
“Alman usulü” dedikleri bir masada herkesin kendi hesabını ödeme alışkanlığını yıllarca ayıplayıp durduk, hesabı masadakilerden birinin üstüne yıkmak, bencilliğin, delikanlılık, ağababalık ve cömertlik raconuna saklanan yüzü oldu. Bugün modern kentlerin modern mekanlarında bile hala garsonlar ortak “adisyon” getirir masaya. “Hesabı kendi aranızda halledin” , “suçluyu kendi aranızda bulun” “bize aranızdan birini kurban olarak teslim edin” cümleleri buradan çoğaltılabilir. 
Bireysel dans, kendisini göze alan ”ego” nun dansıdır. Halayın sıra duvarında bir taş olmaktan çıkabilenler birey olarak dans edebilirler. 
Bilindiği gibi, son zamanlarda Türkiye de kalabalık kadrolu dans toplulukları ortaya çıkmaya ve iddialı gösteriler sergilemeye başladı. Bu toplulukların gösterilerinden görüntüler yayımlayan TV programlarına bakıyorum zaman zaman Kostümünden aksesuarına, dekorundan ışığına harcanmış onca “masraf kıyamet!” e karşın çoğunda hala “Mahalli Halk Ekibi” estetiğinin aşılamamış olduğu görülüyor ne yazık ki. 
Batılı sanat, hem tekli, ikili figürlere alan ve fırsat tanıyan, hem de kalabalığın aynı anda yaptığı ortak hareketin uyumuna dayanan bale sanatıyla birlikte bireysel ve kolektif olanın aynı dans gramerinde buluşmasını sağlamış oldu. Günümüzde geçtim, uluslar arası bale topluluklarının çağdaş dans tiyatrolarının vardığı düzeyi yakalamaktan hala sahneye toplaştırdığınız kırk kişinin aynı anda bacağını açıp kapamasındaki, aynı anda eğilip kalkmasındaki uyum ve bütünlüğü, dansın temel taşı, hatta koreografi sanıyorsak, modernleşme ile bireyleşme arasındaki uzaklığın yeterince bilincinde değiliz demektir. Sahne üstündeki kalabalığın sayısını artırmak kostümlerini zenginleştirmek, teknik donanımın şatafatlı ışık ve ses oyunları, bizi modernleştirmeye yetmez, yalnızca dansta değil, çoktan birer müsamereye dönüşmüş olan her çeşit toplumsal etkinliğimizde de görülen resim budur.

***

Hiza ve halay kültürü, toplumsal bir refleks olarak sürüden ayrılana, farklı olana, başkalaşana, öne çıkana duyulan tepkiyi getirir beraberinde. Hele bu kopma bir başarıyla birlikte gelmişse bu geride kalanlarda pek çabuk hasede dönüşür. Her kişisel başarı hikayesi, topluluğa yönelik örtük bir ihanet olarak algılanır. Başarılı olana duyulan öfkeye, hizanın dışına çıktığı, halayda adım bozduğu için cezalandırılması gerektiği duygusu eşlik eder. Yazının burasında durup başarının tanımı yapacak değilim, böyle bir soru beraberinde “neye göre başarı, kime göre başarı, hangi koşullarda başarı” gibi sorularla amaç saptırıcı bir tartışmanın kapılarını açar. Mutlak bir değeri olduğuna inanmadığım “başarı” kavramının, bu yazıda çerçevelediğim bağlamda bir tanım değeri olacaksa, geride kalanlarda haset uyandıran şey olarak nitelendirebilirim yalnızca. 
Kendi başarısından çok başkasının başarısızlıklarıyla beslenen insanlar ancak böyle toplumlarda yetişir. Hal böyle olunca, kendi başarısızlığını kendi yetersizliği, yetmezliğiyle değil başkalarının kirli oyunları, komploları, satılmışlıkları mafiacılıkları ve benzeri karaçamla malzemesinin zengin repertuvarı içinden duruma ve kişiye göre derledikleri nedenlerle açıklamak genel eğilim olur. Bu çeşit kişiler için olguların gerçek nedenini anlamak, somut durumun doğru tahlilini yapmak değil, kendi içlerini rahatlatacak gerekçeler bulmak önemlidir. Onların gerçek nedenlere değil sakinleştiricilere, yatıştırıcılara geçiştiricilere ihtiyacı vardır. 
Kendi hikayelerini yaşamaktan vazgeçenler başkalarının yaşamlarını gözetlemeye mahkum olurlar Bilinçle kazanılmış “evet” lemelerinden çok, bilinçsiz değillemeleriyle yaşayan birçok kişi ne olduğuyla değil, ne olmadığıyla tanımlar kendisini. Kimlik tanımını red üzerine kurmak, bir anonim kültür göstergesidir ve bir tür erişkin olmama haline, davranış kolaycılığına tekabül eder. Böyleleri, diyelim ki “ Sosyalizme, faşizme, şuna buna karşıyım demeyi, kendileri adına bir kimlik alanı oluşturmakta yeterli görürler. Kendi bilinçli tercihleriyle emek, zaman harcanarak bilgiyle kotarılmış bir kimlik edinmekten daha kolaydır mevcut tanımlananlara karşı durarak konum almak. Kendilerine yeterlilik alanı açamamış kişiler için negatif üzerinden yapılan tanımlama bir tür “sahte kimlik yerine geçer. Bu sahte kimlik, bilginin emeğin, gerçeğin değer kaybına uğradığı bütün toplumlarda iş görür. 
Kıskançlığın, hasedin “Habil ile Kabil” kadar eski öyküsüne girecek değilim. Ayrıca bu konu, kişisel olanın labirentine dalındığında karşımıza çıkacak binlerce özel hikaye arasında pek çabuk kaybolup gidecek tekinsiz, kaygan bir malzeme içerir. Beni bunlar, konuşulma, tanımlanma düzeyi ve “toplumsal olan” la ilişkisi bağlamında daha çok kültürel bir öğe olarak ilgilendiriyor. Başarı, geleneksel sözlükte, diyelim muhtar seçilmek, güreşte yenmek, zengin olmak, okul bitirmek,, makam, mansıp kazanmak gibi daha dar bir alanı kapsarken, çağdaş yaşam “başarı” kavramına yeni ve farklı yaşama alanları tanıdığı için, kıskançlık nedenleri, haset gerekçeleri de saçaklanıp çeşitlenmiş herhangi bir alanda ya da bir konuda başarılı olmaktan öte, “başarılı olmak” başlı başına bir olgu, bir amaç haline gelmiştir. Bu çağda aldığı yeni biçim ve içerikler nedeniyle, başarı kişinin kendisini gerçekleştirmesi değil, bir kariyer planlamasıdır artık, modern toplumlarda bir “varoluş sorunsalı” dır.
Geleneksel yapı içinde öbeklenmiş grupların, başarı kazanarak kendilerinden kopma noktasına gelmiş içlerinden biriyle kurdukları haset ilişkisi, bu nedenle iki düzlemde devinir. Hem geçmişten günümüze tüm zamanların bir değeri olarak sürdürdüğü bilinen tanımıyla başarılı olma, geleneksel anlamdaki çatışmayı ve kıskançlığı üretir hem de başarının modern zamanlarda kazandığı bu yeni içeriğe yönelik tepki, atanımı gene ollar tarafından yapılan “çağın yoz değerlerine” bir itiraz niteliği yüklenir. Bu itirazlar ister milliyetçi, muhafazakar kesimden gelsin, ister Ortodoks sol hareketlerden, en basit kıskançlık ve haset gösterilerine bile, dönem değerlerine karşı açılmış bir savaşın parçasıymış gibi, saygınlık niteliği kazandırılmaya çalışılır. 
Hayranlık duyan kitle ile hayranlık duyulan özne arasındaki hayranlık ilişkisinin sürmesi için her zaman belli bir uzaklığın olması gereklidir. Haset ve kıskançlık duymak içinse yakınlık şarttır. Kardeşler birbirini çekemez, arkadaşlar arasında bitmeyen bir sinsi rekabet, akrabalar arasında sürgit çekişmeler hemşehriler arasında hep bir yarış olur, içimizden birilerinin bizim önümüze geçeceği başlıca korkularımızdandır. Aynı memleketlilerin büyük kentlerde açtıkları yardım ve “dayanışma dernekleri” aynı zamanda en büyük çekişmelerin de sahnesidir. Arızalı beraberliklerdir bunlar. Bizim mahalleden çıkmış biri, zamanla ne kadar ünlenmiş olursa olsun gene de bizi ikna etmeyen bir yanı vardır. “Haa, o mu, o bizim mahallenin çocuğuydu ya” deriz. Burada bir burun kıvırma ile saklı bir övünç iç içe geçmiş olmakla birlikte, aramızdan kopup gideni kendi hizasına eski yerine geri çağıran bir küçümsemenin varlığı yadsınamaz. Her ne kadar birbirine zıt görünse de bu duygular aynı kaynaktan beslenir. Duygularımızı tanımaktan, adlandırmaktan kaçındığımız, dolayısıyla birbirlerine dolaşmasına engel olamadığımız o karmaşadan. Anonim kimliklerin duyguları da kolektiftir. Kişi duyguları hakkında kolektif adlandırmaların dışına çıkmaya başladığında bireyleşme serüveni de başlamış olur. Kendi duygusunu göze almak beraberinde kişisel sorumluluğu da gerektirdiği için, bu herkesin göze alamadığı “kopma anksiyetesine” yol açan acı bir özgürlüktür. Dolayısıyla aşık olmaktan, futbol takımı tutmaya, düşman bellemekten, öfkemize hedef seçmeye varasıya bütün duygularımızı bu kolektif adlandırmaların hazır giyim reyonundan seçerek toplumsal varlığımızı “göze batmadan” garanti altına almış oluruz. Dünyanın neresinde “Kıskananlar Çatlasın!” gibi bir slogan kitleleri bunca harekete geçirir? Birey olarak bir türlü hissedemediği varlığını ancak Öteki nin kendisini kıskanmasıyla hissedebilecek kadar borçlanan kimliklerle hangi toplum çatılır?
Eskiden Kıskançlık, haset gibi duyğular aile, akraba, komşu, mahalleli ya da diyelim aynı meslek grubundan, aynı işyerinden insanları kuşatırdı, ama içinde bulunduğumuz multimedya çağı belki de hep söylendiği gibi dünyayı “global bir köy” haline getirdiği için olsa gerek, bu duygular artık alan farkı, yakınlık derecesi dinlemeyen küresel bir karanlık güce dönüştü. Ünlü biriyseniz, diyelim artık mahallenin bakkalı da sizi kıskanıyordur; başarılıysanız bunun arkasında mutlaka saklı, kirli bir hikayenin varlığına inanılır; biraz para kazanmışsanız çoğu insan bunun kendilerinden çalınan bir fırsatla elde edilmiş olduğunu düşünür. Hayranlıkla birlikte, kin ve garez de biriktirilmektedir. 
Günümüzdeki kimlik politikaları, muhalif hareketler, alternatif gruplar arasında ortak bir gelecek tasavvuruna yönelmiş olmaktan gelen doğal bir akrabalık ilişkisi olduğuna inanırım. Kardeş politikalar diye adlandırabileceğim bu ortaklığa karşın, kimi zaman aralarında ya da kendi içlerinde oluşan çekişmeler, politik hareketlilik gereği yapılan tartışmalardan çok, yukarıda betimlemeye çalıştığım “akraba, mahalleli, grup” psikolojisi içindeki toplulukların geleneksel tepkilerini andırıyor. Neredeyse asıl kavga karşıtlar arasında değil, kendi aralarında cereyan ediyor. Solcular daha çok solcularla uğraşmayı tercih ediyorlar; kimi feministler diğer kadınların varlığına tahammül edemiyor, hayvan hakları konusunda mücadele veren kimi grupların kendi aralarında nasıl mahkemelik olduklarını gazete haberlerinden izliyoruz.
Şehirlerarası kara yollarının gelişme dönemlerinde ortaya çıkmış kimi otobüs şirketlerinin sahipleri kendi aralarında anlaşmazlığa düştüklerinde, ayrılan ortak kendi kurduğu şirketinin adının başına “hakiki” ya da “öz” ekleyerek asıl sahicisinin kendi şirketi olduğunu söylemeye çalışırdı. Burada kurumlaşmış bir markanın mirasından pay almak gibi bir fırsatçılık da var elbet ama, Anadolu daki ad kavgalarının tarihi düşünüldüğünde, “aslının kendisi olduğunu” söylemenin daha belirleyici bir rol oynadığı kanısındayım. 
Bütün bu ve benzeri örnekler, yeni bir dünya özlemiyle yola çıksalar bile, insanların kendilerinden olana karşı duydukları tepkilerin pek de değişmediği gibi sevimsiz bir sonuca götürüyor bizi. Muhalif hareket odakları, taşralı yapılanmalar olmaktan çıkmadıkça evrensel politikalar taşralı zihniyetin küçük yarışlarına feda edilmekten kurtarmadıkça bu çeşit grupların söylem ve politikaları daha çok birbirini hedef almaktan enerjilerini birbirlerine harcamaktan kurtulamayacak sanırım. Bireyleşme bilincinin yerleşmediği toplumlarda ne eskisi gibi cemaat kalmak mümkün olabiliyor, ne de ortak değerler üzerinde yükseler kolektif bir hareket oluşturmak o kadar kolay gözüküyor. 
Ne kadar bireyselliğin, bireycilikten farklı bir şey olduğunu söylemeye çalışsanız da bireyler bireysellikten söz etmenin iyi niyetli kasaba sosyalistleri ya da kötü niyetli Ortodoks sosyalistler tarafından liberalliğin sinsi kapısı olarak algılandığını bilmez değilim. Öte yanda başı sıkıştıkça imece ruhuna sığınarak toplaşıp bir araya gelen modern anlamda bireyini yetiştirememiş toplumlarda, “bireysellik” ihtiyacının “bencillikle” giderildiğini de yeterince gözledim. Omuz omuza yaslanmış, el ele vermiş görünen kalabalıkların bir zamanlarda “ gemisini kurtaran kaptan” la gemiyi ilk terk edenler de olduğunu da bilirim. Gündelik yaşamda her gün örneklerine sıkça rastlanan başkasının hakkında tecavüze gelişkin bireyler arasında değil, gelişmemiş toplumun bencilleri arasında daha çok rastlanır. Bizim toplumca”kuyruğa girme kültürü” ne geçişte bunca zorlanmamız hala bir trafik adabı edinememiş olmamız gibi sayıları kolaylıkla çoğaltılabilecek sıradan örnekler bile, bu durumun gündelik göstergeleridir. Hiçbir kalabalık kültürünün tam anlamıyla sıfırlayamadığı “ego” toplumsal ilişkiler ağında “haklarını ve sınırlarını bilen bir birey” olarak edinemediklerini, kimi zaman bir zorba, kimi zaman bir fırsatçı, kimi zaman bir yardakçı olarak edinmeye çalışır. Vasatın dayanışması esası üstünde yükselen koalisyon partileri iktidar olduğunda türeyen yeni zenginler bunların en tipik örnekleridir. Siyasi partilerimizin tarihinin, biraz da yeni zenginlerimizin tarihi olması bundandır. 
Bu yazıda anlatmaya çalıştığımı, yıllar önce yazdığım “ Karanfil adlı şiirimde” gerektiğinde yalnız olmayı bilmeyenlerin / inanmayın beraberliğine” diyerek dillendirmiştim zaten. Omayra adlı kitabımda yer alır. Seçilmiş yalnızlıkla kendi “kalabalığını” seçmenin gücüne inandım hep. Yalnızlığın çeşidini seçmeyi bilenler, saflarını da seçmeyi bilirler. Marksizmle olan ümit ilişkisini ve sınıf bilincini hiçbir zaman yitirmemiş biri olarak, örgütlü olmanın, toplu hareket etmenin ilk bilgi düzeyindeki önemini ben de biliyorum elbet. Benim özlemini çektiğim bireyliğini kazanmış insanlardan oluşan bir toplumun gücü. Yani Nazım ın deyişiyle hem bir ağaç gibi tek ve hür olmak, Hem orman kardeşliğinin bir parçası sayılmak.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder