9 Nisan 2011 Cumartesi

Holokost Endüstrisi-Norman G. Finkelstein

Yahudi kökenli bir entelektüel. Naziler ailesinin bütün fertlerini katletmiş, babasını Auschwitz Kampı'na, annesini ise Majdanek Kampı'na göndermiş. Kısacası Finkelstein Yahudi Soykırımı'nın, yani Holokost'un bütün acılarını yaşamış. Ama bir itirazı var. Ailesinin ve sevdiklerinin çektiği acıların istismarına karşı çıkıyor. Hele hele bu istismarın ABD'nin ve İsrail'in Ortadoğu'da yaptıklarını meşrulaştırmak için kullanılmasına isyan ediyor. 
Finkelstein, elinizdeki kitapta Holokost'un acılarının hangi yollarla paraya çevrildiğini ve bu paranın gerçek Holokost mağdurlarından nasıl esirgendiğini anlatıyor. 

ABD'nin Yahudi lobisini ve İsrail'i nasıl kullandığını gözler önüne seriyor. Okuyucuyu timsah gözyaşlarına inanmaması için uyarıyor. İsrail'in yaptıklarına sessiz kalan birisinin Holokost'a karşı çıkışının samimi olamayacağını söylüyor. Bizlere Holokost'u yapanların ve inkâr ya da istismar edenlerin aynı kumaştan olduğunu hatırlatıyor. Holokost Endüstrisi bu samimi ve derin isyanın kâğıda dökülmüş halidir. 

7 Nisan 2011 Perşembe

Kökünü Arayan Çınar-A. Sırrı Özbek - 
"Bu kitaptaki öyküler, 50 yıllık bir zaman dilimi içinde (1937-1987) acının coğrafyasından sürgüne gönderilerek yok edilmeye çalışılan, hep var oldukları halde, hiç yokmuş gibi gösterilen, onca zulme, haksızlığa ve adaletsizliğe muhatap olan, onca acılar yaşayan, yok sayılan mazlumların, yitik hayatlarından birer kesit sunmakta.
Sözlü tarih temelinde öyküleştirilen bu anlatılar, hiç kapanmamış olan yaraları yeniden kanatmayı ya da unutulmaya yüz tutmuş olan acıları yeniden deşmeyi amaçlamıyor. Sadece ve sadece, hiç olmamış gibi, hiç yaşanmamış gibi gösterilerek, kamuoyundan gizlenmiş olan olaylara tanıklık ediyor. Bir düşünürün dediği gibi, "en iyi tarihçiler çocukluklarını ceplerinde taşıyanlardır". Burada sadece yaşadığımız dönem, onun acılarına, özlemlerine tanıklık ediliyor.
Yazılanlar ne yazık ki gerçek yaşam öyküleridir.
Bazıları olduğu gibi, bazıları kişi ve mekan adları değiştirilerek, bazıları da, birkaç öyküyü birleştirip tekbir hikayeymiş gibi kaleme alınmıştır.
Kürt, Ermeni, Süryani, Ezidi, Alevi...Kaç kez ferman olundu ve kaç kez sürgün yollarına düştüler...
Kim bilir kaç bin yıldır aynı maceradan, aynı yataktan, bazen sakin ve sessiz bazen çoşkuyla gümbür gümbür akarsın. Kaç medeniyet, kaç şehir, kaç kasaba ve köy kurulup yok oldu. Kaç millet, kaç insan gelip geçti vadilerinden hatırlıyor musun EY FIRAT..."

Sırrı Süreyya Önder'in kaleminden:
Bu ülkede Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Aleviler ve cümle ‘ötekiler’ için kullanılan paslı bir cümle vardır.
“Onlar bizim zenginliğimizdir!” diye başlar.
Bir nevi kendilerini anapara, onları da faizi gibi gören, kibirli ve çirkin bir zihnin çıplak yakalanmış halidir.
İşin kötüsü, çoğu bu sevimsizliğin farkında değildir, matah bir şey söylediğini sanır.
Biraz daha gelişmişi, “benim çok ...... arkadaşım var” kalıbındaki boş yerlere sığdırır ötekini.

Hayatın iç acıları

Sırrı Özbek, Kahtalı bir hukukçudur. 27 Mayıs darbesinin tozu hubarı dağıldığında Menderes-Bayar ikilisi üzerine inşa edilmiş olan ‘düşman’ tezi berhava olmuştu. Darbeciler, biraz daha fazla düşmana ihtiyaç duyduğunda, memlekette Ermeni kalmamış olduğundan akla Kürtler geldi. Büyük toprak sahibi ağalar, kanaat önderleri ve aydınların yanında yoksul ama direngen Kürtler de sürgüne gönderildiler. Tarihe ‘Sivas Kampı/sürgünü’ olarak geçtiler. İşte Sırrı Özbek henüz 9 yaşındayken sürgüne gönderilen o yoksul Kürt ailelerinden birinin oğludur. Adıyaman Ortaokulu’nda Fen Bilgisi öğretmenliği yaparken bir yandan da hukuk öğrenimini devam ettiriyordu. Benim önce öğretmenim, 12 Eylül zindanlarında İsmail Sami Çakmak’la beraber avukatım, şimdilerde de onurlandığım dostlarımdandır. Adıyamanlıların “Ev iyisi değil, el iyisi” diye tarif ettiği insanlar vardır. Kendilerinden çok ‘öteki’ni gözetenlere, onlar için dertlenenlere kullanılır. Özbek’in, AK Partili Husrev Kutlu’dan Kürt hareketi temsilcilerinden Sabri Ok’a varan çok sayıda ‘el iyisi’ talebesi olmuştur.

Bize dersten önce, hayata dair ayrıntılardan birini anlatmaya başlardı. Hayatın iç acılarından, üçgenin ters açılarına geçerdi. Hayatı da üçgeni de unutmadıysak, Sırrı Özbek modeli öğretmenlere sahip olmamızdan kaynaklanır biraz da...

Kahtalı Mıçê ve sessiz harf sorunsalı

Siz belki de M. Ali Erbil’in Çarkıfelek programında bir sessiz harf söylemeye çalışırken kıvranmasıyla tanıdınız Kahtalı Mıçê’yi. Allah bilir kötü şakalar da yaptınız onun sesli, sessiz harf ayrımını bilmemesinden dolayı. Oysa o yıllarda bilinmeyen dil, bilinir ve konuşulabilinir olsaydı Mıçê size Kürtçenin bütün sesli ve sessiz harflerini bir solukta sayardı.

Ben hapisten çıktığımda, millet değil iş vermek, selam vermeye bile korkardı. Dostu akrabayı saymazsak, kapımı ilk çalan Kahtalı Mıçê olmuştur. 12 Eylül’den önce kasete okuduğu, bir Kürt ağıdı olan Memê Alan türküsünden dolayı hapislik, sürgünlük, işkence dahil başına getirmedik şey bırakmadılar. İşte o kapımı ilk çalan olmasının hatırına, Mıçê’yi Beynelmilel filminde oynattım. Okuduğu her Âşık Mahzuni türküsü için ayrı ayrı gördüğü eziyete, herkes adına bir özür dilemekti yaptığım...

Hakikat değil, hakikatli bir komisyon

Bu ülkenin cumhuriyet dönemi tarihi, yoksullar ve ezilenler açısından hiç de iyi çağrışımlara sahip değildir.

Dünyada böylesi acılara muhatap olan toplumların rehabilitasyonu için bulunmuş olan ‘Hakikat Komisyonu’ en etkili çözümlerdendir.
Ülkemizde bu işlevi görür mü emin değilim. Son yüzyıl acılarımızın tümünü, sadece satır başlarıyla saymaya kalksak ömür yetmez. Diri zalimlerin yüzüne, ölülerinin mezarına tükürsek, sadece tükürsek, ülkeyi sel alır.
Bu yüzden bize ‘hakikat’ değil, önce hakikatli bir insanlık hali lazım.

Ulus diyerek, devlet diyerek işlenen insanlık suçlarına topluca utanmakla başlayabiliriz mesela...

Kökünü Arayan Çınar

Sırrı Özbek, yarım asra sığan tanıklıklarını, bir hakikatli komisyona anlatır gibi öyküleştirmiş. Ülkemizde tanıklıkları kayıt altına almak için büyük özveri gösteren ve bu uğurda büyük sıkıntılar çeken Belge Yayınlarıda ‘Kökünü Arayan Çınar’ ismiyle yayımlamış. Sürgüne giden dokuz yaşındaki bir çocuğun ‘dokkız’ öyküsünü de bulacaksınız, Kahtalı Mıçê’nin yaşadıklarını da...
Ama yüreğiniz dayanırsa Xaço Dayı’nın öyküsüyle, Aşkabad’da adı Sürgün olan Kürt kızının öyküsünü okuyun.Bize hakikatin kendisi mi lazım, devletli yalanlar mı yoksa, ona da siz karar verin.
Ölü mü denir şimdi bunlara? - Saadet Yıldız 
Gazeteci Saadet Yıldız, 1990’lı yıllarda faili meçhul cinayete kurban gidenlerin eşleriyle konuştu. “Evinin önünde vuruldu”, “JİTEM kaçırdı”, “Telsizli kişiler zorla araca bindirdi”, “Cesedi bir köprü altında, dere kenarında, yol ağzında bulundu.”
1990’lı yıllarda özellikle Güneydoğu’da en çok duyulan sözlerdi bunlar. Hemen hemen her gün birden fazla ölüm haberi duyuluyordu. Geride acılı hayatlar, yürekleri yanık eşler, yetim çocuklar kalıyordu. Gazeteci Saadet Yıldız, 1990’lı yıllarda faili meçhul cinayete kurban gidenlerin eşleriyle konuştu. 12 şehirden 51 kadınla yaptığı görüşmeleri Edip Cansever’in “Ölü mü denir” adlı şiirinden esinlenerek “Ölü mü denir şimdi onlara” adlı kitapta topladı. Hafta başı piyasaya çıkan kitapta kadınlar, eşlerini, onları en son gördükleri anı, ölümleriyle yaşadıkları acıları, özlemlerini anlatıyor. Eşlerinin infazından sonra intihar etmeyi düşünen, kanlı elbiselerini saklayan, ördükleri kazağı yıllar sonra bir toplu mezarda bulan kadınların bilinmeyen iç dünyalarını gözler önüne seriyor. Okurken insan, “tüm bunlar bu ülkede mi yaşandı?”, “bunların suçu neydi” diyor, sorguluyor, duygulanıyor, ürperiyor. Cezayirli kayıp annesi Nassera Dutour’un yazısının yer aldığı kitapta, eşlerinin cansız bedenlerini bazen çöplüklerde, köprü altlarında, dere yataklarında bazen de kimsesizler mezarlığında arayan, ölüm kuyularına umutla koşan, ortaya çıkan kemik parçalarına sevinen “bir mezarımız olsa da dua etsek” diyen, sesleri duyulmayan kadınların sessiz çığlıklarını duyuyorsunuz.

Yas, umut ve gözyaşı...

Bedia Fındık: Jandarma ve emniyet, eşimden yılbaşı için hindi istemişti. Eşimle kaynım, emniyete gittikten sonra sır oldu. Devlet kendisine hediye götüreni niye öldürsün ki diye düşünüyordum. Bedriye Şen: Çığlıklarımız helikopterin tozu dumanı içinde yok olup gitti.

Derman Boztaş: Kapının eşiğinde annesinin, çocuklarımızın gözlerinin önünde vurdular eşimi.

Dilber Şimşe: Bahri’ye beyaz bir kazak hediye etmiştim. Onu son kez o kazakla gördüm. On bir yıl sonra kemiklerini bulduğumda kazak sararmıştı.

Diva Deniz: Küçük çocuğum babasının mezarını sorunca, kendisine gelişigüzel bir mezar gösteriyorum. Bazen başını alıp o mezara gidiyor.

Enzile Özdemir: Ağaçların altında, arazide, her yerde ceset arıyorduk. Nereden bir ceset çıksa, oraya koşuyorduk.

Gülten Akpolat: Eşim toprağın altında, biz üstünde çürüdük.

Hanım Tosun: Gördüğüm en son şey Fehmi’nin arabadan sarkan ayaklarıydı

Hasibe Yıldırım: Kıyafetlerini kaldırmadım, çorapları bile bıraktığı yerde. Bazen yalnız kaldığımda kıyafetlerine bakıp ağlıyorum.

Pervin Buldan: Kızım babasının öldüğü gün doğdu. Zelal’in doğum gününü hep daha sonraki günlerde kutladım.

Şemse Tekin: Eşimin beyni duvarlara sıçramıştı. Telsizle ‘Bir terörist öldürdük’ demişlerdi de, başka birinden söz ediyorlar sanmıştım.

Ülkü Ekinci: Onu yemeğe beklediğim o son gün tarhana çorbası yapmıştım. Tam on altı yıldır bir daha tarhana çorbası yapmadım.

6 Nisan 2011 Çarşamba

Özgünlüğün Politikası- Marshall Berman

Bu, modern yaşamın deneyimlerinden ve gereksinimlerinden doğan yeni bir dilin kitabıdır. Öyküsü, dinamik bir ekonomi, akışkan, açık ve çoğulcu bir yaşamın henüz ortaya çıktığı 18. yüzyıl Paris'inde başlar. Bu paradoksal bir çağın başlangıcıdır: Bastırılmış dürtü ve enerjilerin ortaya çıkışına, insanın beceri ve yetilerinin gelişimine kendine yabancılaşma eşlik eder. Sosyalleşen insan, sosyal rolü tarafından yutulan yurttaşa dönüşür. Benlik, ortaya çıktığı dünyada kaybolur. Burada "ne söyleyeceğini tahmin etmek için insanın karakterini bilmeniz gerekmez, sadece çıkarlarını bilmelisiniz."

Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor'un yazarı Marshall Berman'ın rehberliğinde bu kez kişisel özgünlük sorununun politikliğini, modern çağda benlik, toplum ve devletin yazgılarının ne kadar sıkı bir şekilde iç içe geçtiklerini, yaşadıkları döneme özgü bir kavrayışla gösteren Montesquieu, Pascal ve Rousseau'nun fikir ve eserleri arasında yolculuğa çıkıyoruz. Günümüz yaşamının paradokslarına ayna tutan bu yolculukta Berman, yabancılaşma ve özgünlük arayışının birbirlerinin içinden nasıl doğduğunu; özgünlük idealinin burjuva "kişisel çıkar" düşüncesiyle nasıl kökten bir karşıtlık içerdiğini ve bu eserlerin Varoluşçuluktan Marksizme, modern psikolojiden 20. yüzyılın politik dönemeçlerine kadar güncel kalan içeriklerini sergiliyor.

Karpuz Kabuğu Denize Düşünce-Seçil Büker



Karpuz kabuğundan gemiler yapmak kimin aklına gelir? Arzu, bir "delilik" olarak tezahür ederse yönetmen karpuz kabuklarından filmler çeker. Sinema bir cennet midir gerçekten? Salvatore 1988'de sinemanın yeni bir cennet olduğunu söylemişti (Nuovo Cinema Paradiso, Giuseppe Tornatore). Çocuk Salvatore öylesine mutluydu ki, onu cennette kollayan, koruyan bir "baba"sı (Alfredo) vardı ve üstelik bu makinist "baba" kesmek zorunda olduğu sevişme sahnelerini sinema tutkunu olan bu çocukla paylaşıyordu. Genç erkek için tam bir cennet "Baba" ona makineyi nasıl kullanacağını da öğretiyordu. Makinist bu görevi yerine getiremediğinde Salvatore gösterimi sürdürebilirdi. Ahmet Uluçay için işler o kadar da kolay değildi, köy yerinde (ya da köylük yerde) kolay mıydı "gımıldak" için yanıp tutuşmak, insanın ancak deli olması gerekirdi böyle bir işe girişmek için. Salvatore gibi uzaklara gitme olanağı da yoktu, "okul" köydeydi. Salvatore'ye makinist "baba"sı düşlerini gerçekleştirmesi için büyük kentlere gitmesi gerektiğini, küçük kasabada düşlerin gerçekleşemeyeceğini söylüyordu. Demek ki köyde, kasabada sinema yapılamazdı, makinist "baba" beş yıl sonrasını öngöremiyordu. 1993'te Türkiye'de bir "köylü" koltuk değneklerinden kanat yapacaktı, ama Alfredo'nun belki de haberi bile olmayacaktı. Köyün orta yeri optik düşleri gerçekleştirmek için sinemaydı ama bundan Türkiye'de kimselerin haberi yoktu. O, köyünde sessizce tablo-plânlarını bir araya getirerek filmini üretti. Parçalar birleşti ve sinema tutkusunu betimledi. Karpuz kabuğu sinemaya düştü.